Cennet Gibi Yurdum
Vîrânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu!
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?...
Of hay Hak!
Ey huzûr-i hazırân, cem’iyyet-i irfân, vakt-i safâ-yı yârân! Lâîndir, dinsizdir, münâfıktır şeytan; Sadıklara rahmet,
Rahmanın birliğine hamd-i bî-gaayet!
Elfâzı düzgün, etvârı zarîf, eşrardan uzak bir yâr-i hâtrıküşa olsa, oldukça Türkçe, Arabî ve Lâtince bilse, Pangliş
değilse de, biraz şiir, biraz tıb, biraz geometri ve birazcık da felsefe bilse, o söylese ben dinlesem, ben söylesem siz
dinleseniz!.. Diyelim bu sayıyla ve ahîriyle işimizi Mevlâm rasgetire!... Yâr bana bir eğlence meded!...
Dikkatle nazar kıl şu kubbe-i âsumâna
Bu dünyâ misâl-i hayâldir ehl-i irfâna
Yolunuz açık, gözünüz aydın olsun!
Bilge baykuş kör kargaları kovsun!
Wassily Kandinsky nesneler dünyasına baktığında üçgenler, kareler, daireler görüyordu. Paul Cézanne’sa hep
aynı dağı. Acaba gördüklerimizin ardında ne var? Sıfır biçim? Bir başka boyut? Bazıları için bakmak sükûnete
ermektir. Bazıları için hareket.
Biz baktığımızda Türklere vatan kılınmış bir toprak görüyoruz. Öte yandan birileri, bize gösterilenle yetinmemiz
gerektiğini telkin ediyor. Oysa biz biliyoruz ki bir şeylere vâkıf olmak bile yetmez. Bir şeylerin künhüne varıp
adım atmak gerekir. Grekler “temaşa edenin hayat tarzı” ile “eyleme hasredilen hayat tarzı”nı birbirinden ayırmıştı.
Bize göre bu ikisi bir arada olmadıkça var olmanın kıymeti yok.
Öyleyse var olanın kendini bize sunduğu veçheyi görüp bilerek adım atmamız gerek. Biliyoruz ki bu hâlde bile
attığımız adım yere iğreti düştüğü müddetçe birileri sevinecek. Aksi hâlde kendi kendiliğimizin farkına varıp da
kendimizi düzelttiğimizde ve işlerimizi titizlikle yapmaya kalktığımızda pek çok kişinin keyfi kaçacak. Eğer biz bir
araya gelip de bunu yapmayı başarırsak sonrasında kıyametler kopacak. Zira bu ülkede kendi işlerini lâyıkıyla
yapabilen insanların bir araya gelip de bir işin ucundan tutması, yani dosdoğru insanların birlikteliğinden doğan
doğruluk, birilerinin işine gelmiyor.
Gariptir ki, Türkiye’de her ideoloji, teorik açıdan bölerek, bölümleyerek, pratik açıdan ise ekleyerek, eklemlenerek
kendine bir yer açıyor. Türk milletinin karakterini gölgelemeye yönelik her hareket -içerden ve dışardan- destek
buluyor. Bütün plânlar farkları ortadan kaldırmak üzerine kurulu, bunu farkları belirginleştirerek yapıyorlar.
Edebiyat ortamı açısından da işler aynen böyle yürüyor. Edebiyat sosyetesinin vitrininde görünenler isimlerinin
piyasa bedeline güvenle hareket ediyor, işlerinin düzgünlüğüne değil. Oysa ki sosyetenin karnı yeni simalara
açtır. Türk şiirininse numaracılara karnı tok.
Bu sayımızı yaşayan en büyük şairimizin şiiriyle açıyoruz. İsmet Özel, bize her şiiriyle, her söylediğiyle insanın
işini lâyıkıyla yapması gerektiğini hatırlatıyor. Orta sayfalarımızda onunla yaptığımız söyleşi var. İsmet Özel’e
Türk şiirinin meseleleriyle Türk milletinin meseleleri arasındaki bağı sorduk. Şairi şair kılan özelliklerin neler
olduğunu sorduk. O da bize ufuk açıcı cevaplar verdi.
Bu sayıda ilgiyle okuyacağınızı beklediğimiz dosyamızda da tabu kavramını ve bunun etrafında Türk şiirinin
meselelerini ele almaya çalıştık. “Ara Fasıl”da ise Karagöz oyunlarındaki perde gazellerinin tasavvufi yorumuyla
ilgili güzel bir yazı var. “Fasıl”, “Meydan Muhaveresi”, “Temaşa” ve diğer bölümlerle birlikte dergimizin ilk sayıya
kıyasla biraz daha olgunlaştığını düşünüyoruz.
Bizden de bu kadar…
Şikeste beste ma’zûr! Her ne kadar sürç-i lisân ettikse aff ola!
Hacıcavcav, bir sonraki sayıya yakalarsam yakanı, elimden kurtulup da çıkamazsın dışarı!...
KARAGÖZ